26 Haziran 2010 Cumartesi

AH OH!


yazının aslı:  http://galerinon.com/tr/ah-oh

AH OH isimli sergi projesi antlaşmalar hukuku olarak özetlenebilecek, antlaşmaların korunması ilkesine dayanan bir kavram olan Ahde Vefadan (Latince Pacta Sunt Servanda*yola çıkarak kavramsal bir tartışma zemini öneriyor. Bu tartışma zemini Ahde Vefa’nın esinlendirdikleri ile vaat, sadakat, güven, aile, mahremiyet, cinsellik ve ahlak gibi sosyal yapıların dönüşümünü sorgulamayı amaçlamakta. AH OH aşkın politikası, arzunun ritüelleri, ahlakın çıkmazları ve kaçınılmaz olarak varoluşumuzun psikanalitik dinamikleriyle uğraşan işleri biraraya getiriyor. Verilen sözleri tutmanın imkansızlığını, söz vermenin ihtiyaç halini de dile katarak çalışan sergi, izleyiciyi kişisel-politik bir yüzleşmeye davet ediyor ve soruyor: “Ne zaman söz veririz, verdiğimiz sözleri ne zaman bozarız -kendimizi yeniden yapılandırmak için?”

AH OH sergisi izleyicisini, Belçika’nın son dönem yıldızı epey parlayan sanatçılarından Rinus Van de Velde‘nin kömür kalemiye gerçekleştirdiği deseniyle karşılıyor. Sanatçı içeriği ikinci el bir imajdan ödünç alarak, sınıf çatışması gerilimi yaratacak bir durum analizini soyutluyor. Evcil hayvanlarla kurduğumuz ilişkilerin, bu ilişkilerden ortaya çıkan sosyal durumların yeniden ürettiği eski bir soruyla… Kim efendi, kim köle?

Bir sonraki adımda ise, kamu vicdanının dönüşümüne inanan ve anonimleşme stratejisiyle çalışan kolektifiç-mihrak‘ın cinsel ayrımcılık politikalarına cevap veren kurgusal posterleri geliyor. Yönetilenler ve yönetenler arasındaki gerilimi -arzunun ritüellerini işaretleyerek- fişekleyen posterler, hem şehre yayılıyor hem de sergi mekanında duvarlaşıyor. Karahaber Video-Eylem Atölyesi’nden Oktay İnce‘nin ‘Devrim beni aramadı’ isimli belgesel filmiyse, homofobi üzerine lgbt bireyler, tanıklar ve örgütlerle yapılmış röportajlardan oluşuyor. Filmin ivmesi, Devrim’in devrime inancı.

Kıbrıslı sanatçı Hasan Aksaygın‘ın sergi mekanında üretilen duvar resmi, yerleşime kapanan ve hayalet şehre dönüşen Kapalı Maraş’ın (Varosha) hikayesini sanatçının ailesinin portresi olarak ve Bizans referanslarını dönüştürerek kavramsallaştırıyor. Kendisini anne ve babasının arasında kalmış bir figür olarak kurguladığı resim, aile bağlarının deşifrasyonu gibi, neşeli ve hüzünlü. Sergi, üzerine kurulduğu kavramsal zeminin yerel referansını edebiyatımızın efsane ismi Sevim Burak‘ın “Ford Mach I” adlı romanından alıyor; kızı Elfe Uluç çocukken annesinin (kitabın yazım sürecinin bir parçası olarak) ona yaptırdığı desenleri yeniden yorumluyor ve aralarındaki edebi ilişkinin söz verme ve tutma üzerinden bağlayıcılığını sorguluyor. Singapur / Berlin arasın çalışan Ming Wong, ‘Angst Essen / Korku Kemirmesi’ isimli videosunda Fassbinder’in Korku Ruhu Kemirir filmindeki karakterlere bürünerek, hikayeyi Berlin / Kreuzberg bağlamında yeniden üretiyor. İki kişi arasındaki duygu çatışmalarını ve ahlaki krizleri, sınıfsal ya da kültürel farkların tarihselliğine duyarlı bir dille güncelliyor.

Berlin’den Aykan Safoğlu toplumsal bir vaat olarak ele aldığı sünnet kültürünü ve etrafındaki bir söylenceyi, çok boyutlu bir yerleştirmeye dönüştürüyor. Sünnet pilavına dair çok bilinen, ama fazla da açık edilmeyen bir hikayeyi kültürel hafızaya duyarlı ironik bir dille yüzeye çıkarıyor. Amerikalı sanatçı Patty Chang‘ın çift kanallı video yerleştirmesi, anne ve babasıyla gerçekleştirdiği bir performansın dökümantasyonu. Chang, izleyiciyi anne ve babasıyla arasındaki ilişkinin mahremiyetinde bırakarak, ebeveyn-çocuk ilişkisinin en dramatik ve en tiyatral gösterisini gerçekleştiriyor.

25 Haziran 2010 Cuma

"Kâr getirmeyen her şey dışarı!"


AZRA TÜZÜNOĞLU (Arşivi) 
yazının aslı: http://outlet-istanbul.blogspot.com/

İSTANBUL - Kentsel dönüşüm, mutenalaşma, soylulaşma adı ne olursa olsun, pratikte yaşanan süreci tanımlayan temel mesele, neo-liberal devletin rantının, karlılığının kamu yararının önüne geçmesi. Dün Sulukule’de bugün Gülsuyu-Gülensu’da yaşadığımız, yarın kent merkezindeki tarihi okullarda yaşayacağımız süreç, devletin şirketleşmesi ve kamuyu müşteri sanma yanılgısı. Kamu müşteri olunca, parası olanlarla olmayanlar arasındaki ayrışma en sert noktasına ulaşıp, kentsel tecavüzler ardı ardına geliyor. Bu memleketten belki seri katiller çıkmıyor ama sonuçta biz seri tecavüzcülere alışkınız. Kaderine boyun eğmemenin yolu da belki onları afişe etmekten, ses çıkarmaktan, kentin en çok kentlisinin olduğunu unutmamaktan geçiyor.
Geçtiğimiz gün Yıldız Teknik Üniversitesi’nin çalışanlarına ve öğrencilerine sorulmadan taşınması kararına karşı verilen tepki bir sergi vasıtasıyla gerçekleşti. Bilindiği gibi, üniversitenin Beşiktaş Yıldız’daki kampüsü Davutpaşa’ya taşınıyor. Kentin bu endüstriyel bölgesine, ilk etapta taşınmasına karar verilen fakültelerden biri Sanat ve Tasarım Fakültesi oldu. Sanatla uğraşan insanların sanat merkezlerinin bu kadar uzağında bir yere gönderilmesi haliyle epey tepki çekti.

Değerli alan turistlere
Bütün üniversiteyi ilgilendiren bu meselenin kıyısında, küçük bir kalabalık belki de son kez orada bir araya geldi. Savunulan, basit bir taşınmadan çok bu taşınmanın arkasında yatan sebepler, bu sebeplerin hiçbir kamu yararı gözetmemesine rağmen göz göre göre gerçekleştirilmesi, yoksulların, kâr getirmeyenlerin şehir dışlarına itilmesi, üretimin şehir merkezinden silinmek istenmesi, ve nihayetinde ‘değerli’ alanların turistlere bırakılarak şehrin bir yüzeye indirgenmek istenmesi...
Yıldız Üniversitesi’nde 18 Haziran’a dek sürecek Afişe sergisi bahanesiyle kentsel-toplumsal muhalefetin nasıl güçlenebileceğini Yıldız’ın eski öğrencisi Burak Delier ile, Yıldız ve Mimar Sinan’ın öğretim üyeleri Eviner ve Akay’a sorduk.

Burak Delier: Bir nevi ‘şirket devlet’
Neo-liberal politikalara karşı İstanbul ölçeğindeki mücadelelere bakıldığında bir dizi başarısızlığın izini sürebiliyoruz. Dünyadaki gelişmeler göz önüne alıdığında İstanbul bir istisna değil. Bu süreçlerden ders çıkartıp muhalefeti nasıl örgütlememiz gerektiğini tekrar düşünmeliyiz. Kamusallığı, ortadan kalkmış ‘sosyal devlet’ hala oradaymış gibi, öteki tarafta hatasından dönmeye istekli bir ‘baba’ varmış gibi savunamayız. Kamusallığa, eşitliğe, özgür ifadeye ve diyaloğa temelden düşman salt ekonomik, militer ve kaba siyasi güce dayanmış riyakâr şirket-devletlerin egemenliğinde yaşıyoruz. Bu anlamda kamu üniversitelerinin ve kentsel ‘paryalar’ın hedef alınması şaşırtıcı değil. Çünkü ancak bu iki grubun eşitlikçi işbirliği ile kurulacak özerk yapılar duvarda bir çatlak açabilecek yeteneğe sahip. Süreç biz doğru olanı, saygı değer ‘devlet-şirket baba’ya söyledik diye durmadı ve durmuyor. Babayı babaya şikâyet etmekten vazgeçip, başta ‘büyüme’ ve ‘kârlılık’ fikirleri olmak üzere liberal kapitalist ideolojinin sacayaklarını tartışmaya açıp alternatifleri canlandırmamız gerekiyor.

İnci Eviner: ‘Bu yaratıcı bir eleştiri’
Sanat ve Tasarım fakültesi 12 yıl once interdisipliner bir yapıda, sanatın bir bağımsızlık ve aynı oranda toplumsal bir sorumluluk olarak dünyaya eklediği eleştirel-sanatsal bilginin olanaklarını tartışmak üzere kurulmuştu. Bu yapının ideal formuna ulaşması için daha fazla zamana ve daha fazla özgürlüğe ihtiyacı olduğu kesin, yine de amaçları ve şimdiye kadar gerçekleştirdikleri ile önemli bir örnek olmayı başardığını düşünüyorum. Diğer akademilerin tersine sanat ve tasarım fakültesi, mekanlarını düşünen, yazan, eleştiren, yaratan birey olarak sanatçı adaylarının kendilerini gerçekleştirmeleri için dinamik bir platform olanağı sundu. Bu nedenle Afişe etkinliği, içinde bulunduğumuz durumun yani sanatın gereksiz bir fantazi olarak algılanıp dışlanan bir anlayışa karşı yaratıcı bir eleştiri etkinliğidir.

Ali Akay: Aynı şey Avrupa’da da var
Yıldız Teknik Üniversitesi’nin Sanat ve Tasarım Bölümü’nün şehrin ‘perif-merkezlerine’ doğru taşınması konusu, üniversitelerin merkezi idaresinin hükümranlığını bize sergilemektedir. Hükümranlık, daha çok ‘modern-öncesi’ bir kavram. Bu mesele sadece bir ‘mutenalaşma’ sorunsalı değil, aynı zamanda iktidarın en arkaik şekillerinin en postmodern küreselleşmiş ekonomiyle içiçe geçebildiğini de göstermektedir. Üniversite öğrencileri, öğretim üyeleri ve görevlilileri - statüleri ne olursa olsun- rant makinasında boyunduruk altına alınmıştır. Üniversitenin ideolojik olarak ‘üstkodlaması’ bugün rant ekonomisine yaslanmakta ve üniversiteleri kısmi ve parçalı şekilde rant alanlarından uzaklaştırmayı hedeflemekte. Bu, sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da yaşanan bir süreçt. Paris’de, 1980’de Paris VIII’in banliyöye sürülmesi veya Londra Middlesex Üniversitesinin Felsefe Bölümünün kapatılması kararı benzer süreçlerde işlemektedir.

'under construction'/'yapım aşamasında'

Reysi Kamhi 
‘under construction’ 

29 Haziran – 14 Temmuz 2010

 ‘under construction / yapım aşamasında’, Reysi Kamhi’nin sanal alemden yola çıkarak hazırladığı ve hazırlayacağı imajlardan hareketle oluşturduğu bir proje. 
Sergi boyunca galeri yapım aşamasındaki bir mekan, her gün değişen ve yaşayan bir alan olacak.  Sanatçı 29 Haziran’dan itibaren Salıdan Cumaya haftanın dört günü galeriyi atölyeye dönüştürecek ve burada gerçekleştirdiği çalışmalarıyla sergiyi oluşturacak. 

13 Temmuz’daki kapanış davetinde serginin tamamlanmış hali izleyicilerle buluşacak. Serginin oluşum süreci ise twitter’dawww.twitter.com/pg_reysikamhi adresinden takip edilebilecek.

Pg Art Gallery
Cevdetpaşa Cd. 
No: 15/3
Bebek / İstanbul
T: 0212 263 33 90
www.pgartgallery.com

29 Nisan 2010 Perşembe

william wegman

William Wegman Talks Dog from Eardog Productions on Vimeo.

Bayraktar'ın İşleri Üzerine

                                                    rkgg5.jpg
Kerem Ozan Bayraktar, Hospital-Intensive Care Unit. Sanatçı, Hastane serisini fotoğraf makinesiz, sadece üç boyutlu modelleme programlarını kullanarak üretmiştir. Bayraktar, fotoğraf, sinema ve hastane imgeleri arasındaki geçişkenliği sorgular. Intensive care unit çalışması sinema kültürünün görselliğini (örneğin Japon korku filmleri) kullanır. Resimlerin görsel dili aynı zamanda Silent Hill oyunlarına yakındır. Bayraktar’ın diğer işlerinde de karşılaştığımız su unsuru, burada bir arınmaya işaret eder, hastanedeki temiz ortamla örtüşür. Böylesine karanlık bir mekanda figürün olmaması. ışığın çeşitli formlarda gölgeler oluşturması steril bir ortamdan çok ölümü çağrıştırır.

                                              

Kerem Ozan Bayraktar, Post2009. 600 webcamden oluşan bu giysiyi süjesine giydiren Bayraktar,  bu çalışma ile birçok soru soruyor.  Öncelikle, izlemek veya dikizlemek için üretilen aletin işlevini yok ediyor. Webcam artık göstermekten çok kapatmaya, bedeni örtmeye yarayan bir şekle giriyor. İzleyicinin figürle bir iletişim kurmasını engelliyor, ‘o’nu içine kapatıyor. Sanatçı, dijitalleştirilen her şeyin seyirlik bir öğe haline geldiği, vitrinleştirildiği günümüzde teknolojik bir ürünü kapatmak, gizlemek için kullanıyor.  Bu iş, insanın teknolojiyle olan bağlantısının gerçekleştirecek tek yolun bedensizleşme olduğunu gösteriyor da olabilir.


Kerem Ozan Bayraktar, Icecubes_The Book, 2009. Bayraktar bu çalışmasında üç boyutlu hazır bir nesne olan 20. yüzyıl sanat tarihi kitabını  dondurarak buza benzer beyaz bir küpe dönüştürüyor. Sanatçı, tüm sanat tarihinin popüler bir sanat kitabına indirgenmiş, donmuş, ölmüş, müzeleşmiş olmasına işaret ediyor. Aynı zamanda buz, anı dondurma ve ölümsüzlükle ilişkilendirebileceğimiz bir nesne. Geçiciliğin hükmettiği bir dünyada  buz katmanının ardındaki kalıcılığa işaret ediliyor.  Sanatçının malzeme sayesinde yarattığı bu donukluk, sanat işini yabancılaştırıyor; bu objenin geçmişe ait olduğunu dile getiriyor. Beyaz ve buzla kurulan bu ilişki sanatçının kendi işlerine yabancılaşmayı engelleme amacını taşıyor: dondurma ve o anda kalma arzusu. Sanatçı böylelikle hiç eskimemelerini sağlıyor, geçmişe dair olmaktan çok şu ana hizmet ediyor.


Kerem Ozan Bayraktar, FROSTBITE_Mary Glacier, 2009. Kerem Ozan Bayraktar, daha çok portre alanında çalışıyor. Bu serideki resimleri fotoğraf aracılığıyla oluşturuyor. Modellerine önce beyaz tonlarda bir makyaj yapıyor, daha sonra üzerlerine yapay bir ışık yansıtıyor ve süjelerini bu koşullarda fotoğraflıyor. Bu üretim süreci, fotoğrafların resime dönüşmesi, bu imgelerin geleneksel portre anlayışıyla birebir örtüşmemesinin sebeplerinden biri. Diğer bir neden ise, Ozan’ın popüler kültürün görselliğinden beslenmesi. Beyaz tonlarda ve çok katmanlı bir şekilde oluşturduğu resimlerinde  birey sanki bir hastanenin sert ışığı altında arınmaktadır. Figürler izleyiciye bakmaz, izleyici içe dönük oldukları hissine kapılır. Figürün izleyiciye bakmamasının nedeni, izleyiciye bakan figürün pornografik olarak algılanabilmesi ve göz teması kurmamanın sinemanın görsel diline özgü olmasıdır.


Narcissus from Kerem Ozan Bayraktar on Vimeo.


Kerem Ozan Bayraktar, Narcissus2008. Videolarında resimsel bir stil benimseyen Bayraktar, bu videosunda aşina oldugumuz bir konuyu kullanıyor: suda kendi yüzüne bakarken, sudaki görüntüsüne aşık olan Narkissos’un günlerce yemeden içmeden kesilerek sonunda öldüğü mitolojik hikaye. Peki bu videoda figür gerçekten kendi görüntüsüne mi bakıyor? Bayraktar için su arınmayı, silinmeyi hatta doğal bir yok oluşu temsil ediyor. Sanatçı, aslında var olmayan bir görüntüyü mü yakalamaya çalışmakta? Su etkisi nedeniyle pek net olmasa da Bayraktar’ın  figürü ilk defa karşıya bakıyor. Bu baktığı, dokunmaya çalıştığı suret biz ekranın arkasındakiler olabilir mi?



Man with bike from Kerem Ozan Bayraktar on Vimeo.

Kerem Ozan Bayraktar, Man with Bike, 2007. Kerem Ozan Bayraktar, Man with Bike çalışması ile bir dışavurumcuya benzer bir şekilde yaşama karşı tepkilerini ifade eder. Sıkıntı, sinir ve hatta kaygı uyandıran bu işini –sanatçının bilgisayar yazılımlarıyla oluşturduğu üç boyutlu figürü ve içinde bulundugu çevreyi- modern yaşamın sınırları içinde sıkışıp kalmış bireyin yarı ölmüş haliyle ilişkilendirmek mümkün. Belirli kimliklere bürünen, durmadan değişen yaşam koşullarına uymaya çalışan birey, ilerleme güdüsüyle harekete geçer ve  bitmeyen sonsuz bir döngünün içinde bulur kendini. Modernizmin zorlayıcı ve bir örnekleştirici mantığının aşılmasındaki ana engellerden biridir bu aynı zamanda. Artık ütopyalar peşinde koşamaz;  Baudrillard’ın dedigi gibi kurmacanın kurmacası, taklidin taklidinin peşine düşer. İnsan bedeni artık her şeyden çok makinalara, teknolojiye yakındır, hatta onların kölesi olmuştur.

Botero Pera'da

21. yüzyılın en çok merak uyandıran sanatçılarından biri olan Fernando Botero, 64 yapıttan oluşan geniş kapsamlı bir sergiyle, Türk sanatseverlerle ilk kez Pera Müzesi'nde buluşuyor. Günümüz estetik anlayışına yeni bir yorum getiren Botero'nun bu sergisi sirk, boğa güreşi, Latin Amerika halkı, Latin Amerika yaşamı, ölüdoğa ve sanat tarihinin geçmiş ustalarından uyarlamaları kapsayan altı bölümden oluşuyor. Kolombiya doğumlu sanatçının kendi kültürüne ait yoğun yansımalar taşıyan yapıtları yüzyılımızın güzellik kavramını sorgularken özgün üslubu ve özyaşamöyküsel göndermeleriyle de dikkat çekiyor.

botero-220x264.jpg


04 Mayıs - 18 Temmuz 2010

Fernando Botero04 Mayıs - 18 Temmuz 201Fernando Botero21. yüzyılın en çok merak uyandıran sanatçılarından biri olan Fernando Botero, 64 yapıttan oluşan geniş kapsamlı bir sergiyle, Türk sanatseverlerle ilk kez Pera Müzesi'nde buluşuyor. Günümüz estetik anlayışına yeni bir yorum getiren Botero'nun bu sergisi sirk, boğa güreşi, Latin Amerika halkı, Latin Amerika yaşamı, ölüdoğa ve sanat tarihinin geçmiş ustalarından uyarlamaları kapsayan altı bölümden oluşuyor. Kolombiya doğumlu sanatçının kendi kültürüne ait yoğun yansımalar taşıyan yapıtları yüzyılımızın güzellik kavramını sorgularken özgün üslubu ve özyaşamöyküsel göndermeleriyle de dikkat çekiyor.

24 Nisan 2010 Cumartesi


Michael Dickinson is a British artist and the founder of the Istanbul Stuckists. He has lived in Turkey for over 20 years.

In June 2006 he displayed a collage Best in Show  showing the face of Turkish Prime Minister, Tayyip Erdogan, on a dog's body being given a rosette by President Bush. This was in an anti-war show organised by the Global Peace and Justice Coalition. Dickinson had work in the show and added this particular collage without the organisers' knowledge. The collage was seized by the police, and he was told he would be prosecuted.

In September 2006, he arrived at court in Istanbul and was informed he would not be prosecuted for lack of evidence, but that Erkan KayaIn of the Global Peace and Justice Coalition would be prosecuted. Outside the court he held up a similar collage, Good Boy , showing the face of the Turkish Prime Minister Tayyip on a dog's body with a stars and stripes leash and nuclear missile tail. Dickinson was arrested and detained for 10 days in "horrific" conditions. He was informed he would be prosecuted for displaying this collage.

In October 2007 he arrived at court, and the case was adjourned so that the opinion of professors could be ascertained as to the worth of the collage.

On 24 March 2008, he appeared in court. The professors of art from Marmara university invited by the judge to give their evaluation as to whether it was art or insult didn't show up, so the trial was adjourned.

On 25 September 2008, he appeared in court again under article 125/3 "insulting the prime minister" with a possible two year jail sentence if convicted. He was acquitted of the charge.

In June 2009, the acquittal was overturned, and he fled to England, giving away all his possessions. Unable to find work, and refused Jobseekers Allowance, he returned to Turkey.

He was summoned to court again and the case adjourned.

27 January 2010, the judge in Kadiköy law court, Istanbul, said Dickinson was guilty of insulting the Turkish Prime Minister with the collage. When Dickinson said he would not pay any fine, though that could result in up to two years in prison, the judge delayed a final decision until a hearing at 2pm on 9 March 2010.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Muğlak Sınırlar

I thought i've seen everything from Kerem Ozan Bayraktar on Vimeo.

Ben Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi’nde üçüncü sınıf öğrencisi iken, lisans ve yüksek lisans dersleri bazen birlikte yapılırdı. Bu durum, besleyici olabildiği gibi, bazen iki tarafı da rahatsız edebiliyordu. Bir yanda, bazı kavramların peşinden gitmeye çalışan yeni yetme sanat öğrencileri, diğer yanda da az çok kafalarında bazı şeyleri oturtmuş, nispeten deneyimli genç sanatçılar…

Yüksek lisans öğrencileri ile çalışmanın bize kattıkları yadsınamaz. Ne okuyorlar? Neler yapıyorlar? Düşüncelerini nasıl imgelere dönüştürmüşler?  Kerem Ozan Bayraktar’la arkadaşlığımız bütün bu soruları cevaplamaya çalışırken başladı. Her yeni üretim aşamasında, tıkandığımda, elime kalem kağıt alıp neyi ne için yaptığımı sorgulamamı tavsiye ederdi bana. Bu anlamda, benim ürettigim projelerdeki kimi kavramları farkına varmamda, belki bilinçsizce de olsa bir etkisi olmuştur.

İlerleyen günlerde görsel günlükte Kerem Ozan Bayraktar’ın işlerinden bahsetmek istediğimden, önce kendisiyle kısa bir röportaj yapmayı uygun buldum.-R.K.

RK: Önce çalışmalarından bahseder misin? Neleri mesele ediniyorsun? Pratiğini neler  besliyor?

KB: İşlerimi üretirken sinemadan, mitolojiden, reklamlardan ya da sanattan göstergeler alıp, farklı araçlarla yeniden inşa ediyorum. Ana meselem içinde büyüdüğüm yabancı ortamı yeniden üretip, farklı  görme biçimleriyle izleyiciye sunmak. Bunu yaparken genellikle yüceleştirme, arındırma ya da bağlamını kaydırma gibi yöntemlerden yararlanıyorum. Genellikle dijital imgeler, fotoğraf, resim, animasyon ve üç boyutlu hazır nesnelerin işlenmesine dayalı post-prodüksiyon araçlarını kullanıyorum .

Popüler kültürden beslendiğimi söyleyebilirim. Ticari pazarın, nesneleri, bedenleri ve mekanları nasıl yorumladığı ilgimi çekiyor. Aslında temelde sürekli yaptığım, içinde büyüdüğüm bu ortamı -ki bu ortam sentetik bir ortam olarak da tanımlanabilir- tekrar düşünmek, onu arındırmak, içine başka anlamlar sokarak muğlak hale getirmek. Örneğin iki haftadır bir kola kutusu ile mücadele ediyorum. Kola kutusu kullanıldığında oldukça klişe bir işe neden olabilecek, anlamı oldukça belirlenmiş bir nesne. Fakat benim öznel tarihimde, çocukluğumdan beri bir yeri var. Bu ürünün benim belleğimde nasıl yer almaya başladığını, benim için ne gibi anlamlar ifade ettiğini düşünüyorum. Amacım kutuyu bir şekilde suistimal etmek, onu başkalaştırmak. Ben genelde burada sorun yaşıyorum. Temsil gücü çok yüksek bir nesneyi bozarken yeni bir denge kurmak çok zor.

RK: Popüler kültüre ait olan nesnelerin  gerçekliğini yadsıyan bir tavrın var. Kola kutusunu kendi anlamından koparıp senin kendine ait gerçekliğinle iç içe geçiriyorsun. Bir anlamda kola kutusunu yeniden keşfediyorsun. Peki tüketim kültüründen beslenen biri olarak ürettiklerinin kiçle olan ilişkisi  nedir?

KB: Benim bütün işlerimin biraz kiç olduğunu düşünüyorum. Belki de klişe daha doğru bir kelime. Örneğin hastane serisi, Silent Hilloyunlarından ya da  Japon korku filmlerinden çıkmış gibi. Öte yandan, yoğun olarak kullandığım su, Hollywood’a özgü bir sel felaketinin göstergesi olurken aynı anda arınmanın, silinmenin veya doğal bir yok oluşun göstergesi de oluyor.

Dijital teknolojileri, tipografiyi, makyajı ve maketleri kullanmamın en önemli nedeni ticari imge üretim araçlarını ve yazılımlarını reddetmekten çok aynı araçları farklı çıkarlar için kullanmak istemem. Ticari imge üretim dilinden kastettiğim şey ise,temsil ettiği şey olduğunu iddia eden fakat aslında o olmayan, sentetik bir gerçekliğe dayanan, rönesans resmi ile başlamış ve bugün tüm gösterge sanayisini elinde tutan dil.

Amacım popüler kültür tarafından imge ve anlam arasında kurulmuş doğrudanlığı kırmak ve imgeyi anlamdan bağımsız olarak her yöne hareket eden bir alana çekmek. Çalışmalardaki bu anlam ikilemlerini keskin bir karşıtlık üzerinden değil, muğlak sınırlar üzerine kurulu bir ilişki üzerinden üretmeyi amaçlıyorum.

RK: Kullandığın mecranın yapıtla ilişkisi  nedir? Resim, video ve fotoğrafı kullanıyorsun, bu araçların birbiriyle olan akrabalığını nasıl tanımlıyorsun?

KB: Genelde fotoğraf, video ve resim gibi geleneksel mecralarla çalışıyorum ama gerek fotoğrafta gerek videoda resimsel bir dil benimsediğimi söyleyebilirim. Çalışmaya başlarken malzemeyi çoktan kafamda belirlemiş oluyorum. Fikir kafamda, malzemesiyle birlikte beliriyor. Aslında fotoğraf çektiğim söylenemez. Fotoğraf makinesini kullanmayı bile doğru dürüst bilmiyorum. Aynı şekilde kamera ve fırça kullanmayı da çok iyi bilmiyorum. Zaten ortaya çıkan işler genelde büyük ölçüde arada kalmış işler. Fotoğrafların çoğuna müdahale ediyorum, bu yüzden resime daha yakınlar. Videolarımda daha çok küçük animasyonlar ve yine resim diliyle inşa edilmiş hareketli imgeler var. Plastik bir meyveyi yağlı boya ile boyayıp fotoğrafını çekmem ya da video üretiminde gerçek oyuncularla üç boyutlu modelleri bir arada kullanmam bu ‘arada’lığın birkaç örneği. Bunun temel nedeni malzemenin tek bir gerçeklik dizgesinden okunmasını engellemek ve yeni anlam alanları açmak.

Malzeme ile doğrudan kurduğum ilişki yine aslında en başta söz ettiğim donukluk ilişkisi üzerine kurulu. Çünkü tüm bu mecralar bittikten sonra geçmişe ait izlere dönüşüyorlar. Şimdi deneyimlerken bile geçmişte bir alana sıkıştırılmış imgelere bakıyoruz. Örneğin şu anda interaktif sanat üzerine dersler alıyorum ve çoğu zaman iş üretirken tıkanıyorum. Sanırım ‘şimdi’ ile ilgili bir sorunum var. İzleyicinin işe katkısı, işin bir temsilden öte bir sistem olması ve hayatın içinde çalışır hale gelmesi kulağa hoş geliyor. Ama tüm dünyanın bu yönde ilerlemesi bende bir tepki tetikliyor. Sanırım işle izleyici arasındaki mesafenin varlığını koruması benim için önemli. Bu yüzden interaktif mecralar ile çalışırken dahi bir şekilde iletişimin tıkandığı, sorunlu gözüktüğü bir şeyler yapmaya çalışıyorum.

RK: Sanal ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsun?

KB: Sanal ve gerçeklik arasında bir karşıtlık ilişkisi görmüyorum. Sanalı, gerçekliğin bir parçası olarak görüyorum. Örneğin internet, hayatın bir parçası sadece, onun bire bir bir temsili ya da onun yerine geçmeye çalışan bir şey değil. Tabii gerçeklik derken, aslında herkesin kafasında farklı bir anlamı olan, sürekli değişen bir şeyden söz ediyoruz. Bu kadar öznel olan bir şeyin tek bir şeymiş gibi görülmesi beni rahatsız ediyor. Benim işlerimde de belirli bir gerçeklik anlayışından öte aslında gerçeklik diye bir şeyin olmadığı anlayışı var. Ama bu herşeyin sanal olduğu anlamına gelmiyor kesinlikle. Sadece öyle bir şey yok ve inanmamıza gerek de yok. Örneğin bir oyuncak fotoğrafı ile bir bilgisayar imgesini yana yana sergilediğimde orijinallik fikri tamamen ortadan kalkıyor. Ya da sanal mı sorusu da ortadan kalkıyor çünkü bunu görerek anlamak imkansız. İmge bir malzemeden diğerine geçiyor sürekli. Sorun, Berger’in dediği gibi “görünürlük denen muamma” aslında.