26 Şubat 2010 Cuma

‘VUR'


Performans sanatında, sanatçı hem özne hem de nesne olarak var olmakta, beden iki boyutlu resim yüzeyiyle sınırlı kalmamaktadır; sanatçı kendi bedenini bir malzeme olarak  üç boyutlu temsil eder. Birçok sanatçının, bedeni sanatsal bir dil olarak kullanan farklı yaklaşımları vardır. Performanslar, izleyiciye bir gösteri izledigi izlenimini yaşatmaktan öte, kendi bedenlerinin sınırlarını zorladıkları bir deney mecrasını deneyimletmek ister.

Bedenlerini bir deneyim alanı olarak kullanan bu sanatçıları anlamanın en iyi yolu kendi ağızlarından deneyim süreçlerini anlatmalarıdır diye düşünüyorum. Ahu Antmen, 20.yy Batı Sanatında Akımlar isimli kitabında sanatçıların açıklamalarına da yer vermiş, böylece sanatçının düşünsel sürecini, çözmeye çalıştığı problemleri, bunlara nasıl yaklaştıgını görmemizi saglamıştır.

1946 doğumlu Amerikalı performans ve enstalasyon sanatçısı Chris Burden kendi bedensel dayanıklılığının sınırlarını ölçtügü birçok performans gerçekleştirmiştir. Kendini elektriğe maruz bırakmış, kendini dövdürtmüş ve vurdurmuştur. Antmen’in kitabından aldıgım sanatçının açıklamalarında Burden’ın kendini nasıl konumladığını, tanımladığını görebiliriz.

“Sanatım aracılığıyla gerçeğin ne olduğunu araştırıyorum. Sapkın durumlar kurgulayarak, daha yüksek bir gerçeklik duygusu içinde, farklı bir boyutta var olan bir sanat yapıyorum. Ben işte o anlar için yaşıyorum(...) İntihar etmeye çalıştığımı sanmıyorum. Yaptığım sanat sorgulamakla ilgili bir sanat ki sanat genel olarak sorgular.(...) Sanatın bir amacı yok. Toplum içinde, istedigin her şeyi yapabilecegin bir özgürlük alanı oluşturuyor o kadar. Performanslarım belli yanıtlar getirmiyor, yalnızca belli sorular soruyor, dolayısıyla ucu açık işler. Ama soru işaretleri uyandırıyor orası kesin.(...)

Burden’ın bu sözleri aslında postmodern sürece  ve yapıtlarına ışık tutar niteliktedir. Birçok kez bir yapıtla karşı karşıya kaldığımda -hele ki bu yapıt alışılagelmiş şekilde duvara asılmış bir resim değilse- izleyici olarak bakmaktan öteye geçip asıl düşünceyi ‘görme’ye ve anlamaya çalışıyorum. Bana göre performans sanatı, anlamı okutmak için akla hizmet eden bir araç. Bu anlamda, beden ‘kendini gerçekleştiren bir metin’ olarak algılanabilir: Burden’ın da dediği gibi soru sormak için kullanılan bir yöntem.  Tüm bu sorgulama süreci de, bir sanatçının, normal koşullarda karşılaştığımız ve kabullenemeyeceğimiz durumları gerçekleştirebilmesine olanak sağlar. ‘Sapkın durumlar’ bile sanat adı altında tartışılan konular olup, mübah kılınır.

Kilitli Dolapta Beş Gün, California Üniversitesi, 26-30 Nisan,1971: Beş numaralı kilitli dolapta beş gün kaldım, bu süre zarfında dolaptan hiç çıkmadım. Dolabın eni ve yüksekligi 60cm, derinligi 90cm’di. Dolaba girmeden birkaç gün önce yemek yemeyi kesmiştim. Hemen üzerimdeki dolapta 20 litrelik dolu bir su şişesi, hemen altımdaki dolapta da aynı büyüklükte boş bir şişe bulunuyordu. Aslında epey tuhaftı... Bütün ögrenciler beni savunuyor, Conlon ise beni alt etmeye çalışıyordu, onlar dışarda sanat mı degil mi tartışması yaparken ben içeride kilitliydim. Aslında hoş bir durumdu. Yani bütün sürecin olabildiğince hoş anları arasındaydı. Geceleri saat on buçukta kapılar kapanıyor, artık içeri kimse giremiyordu. En korkutucu anlar o zaman başlıyordu. Her an kapıyı tekmeleyerek açabilecegim gibi bir fantezi kuruyordum kafamda. Bazı geceler karım dolabın hemen önünde yatardı, cinnet geçirirsem yardım edebilsin diye.(...) Önemli olan, bu durumun tamamen kendi kurgum olduğunu unutmamaktı.(...) Bana dayatılan bir şey degil kendi kendime üstlendiğim bir görev gibiydi adeta.

Kilitli Dolapta Beş Gün performansı’nda Burden galeri mekanlarına sıkışmayarak alternatif alanlara yönelmiş ve kamusallık niteliği taşıyan bir mekanda bu performansı gerçekleştirmiştir. Dışarıda, performansa maruz kalan ‘izleyici’ler “bu sanat mı değil mi?” soruları ile bile sanki performansın bir parçası haline gelmişlerdir. Bu anlamda, bence, Burden performansları ile izleyici- sanatçı ilişkisini farklı boyuta taşımış, ‘ilişkisel estetik’ anlamında önemli adımlar atmıştır.

Cennete Geçit, 15 Kasım, 1973: Akşamüzeri saat altıda atölyemin kapısı önünde durup, birkaç izleyicinin önünde çıplak göğsüme ucu açık iki elektrik kablosu tuttum. Kablolar birbirine değip cızırdadı, sonra patlayarak göğsümü yaktı, ama tümüyle elektrik akımına kapılmaktan kurtuldum. Bu performanstaki tehlike boyutu uzun zamandır beni meşgul ediyor.”

İzleyici ile varlığını kurgulayan, izleyici katılımı ile işlevsel hale gelen bu performansın benim için en önemli noktası sanatçının atölyesi önünde gerçekleşiyor olması: sanatçının kendi mahrem alanını, üretim alanını aynı zamanda  sergileme alanına dönüştürmesi, ziyaretçiyle paylaşmasıdır.

Burden, bu performansları sansasyonel olmak için, ilgi çekmek amacıyla yapmamış, aksine çok özel ortamlarda, başkalarının da yardımlarıyla kurgulamış ve gerçekleştirmiştir. Tehlike ve acı birer ‘katalizör’ işlevi görür ama esas mesele sanatçının bu durumlarla nasıl başa çıktığıdır.”Örnegin, saat yedi buçukta bir odaya gireceksin ve karşındaki adam seni vuracak: Bunu bilmenin insana yaşattığı zihinsel deneyimden söz ediyorum.”

Yetmişli yılların izleyicide belli bir bilinç uyandırmayı hedefleyen sanatına baktığımızda, Burden’ın işleri hem fiziksel hem de zihinsel meseleler üzerine kuruludur. Kendisi hem figür hem mekandır. Galeri mekanına ihtiyaç duymadan, sosyal alanlarda, izleyiciyle ilişki kurmayı hedefler. Özel olanı kamusal bir söyleme dönüştürür. Tehlike ve deneyimlediği korku  ile kendi sınırlarını zorlarken aynı zamanda izleyicinin de sınırlarının nerede sona erdiğine yönelik arayışla gündeme gelir. Sistemin içindeyken dahi, sanatçıların, galerileri ve müzeleri yaşatması ve dönüştürmesi gerektiğini düşünen biri olarak Burden’ın işlerini, kendini sunduğu sistemi sorgulamış olmasından ötürü önemli buluyorum.

Yazı Boltart'da yayınlanmıştır:  http://www.boltart.net/vur/

25 Şubat 2010 Perşembe

Türbülans




Galeri Nev' deki Türbülans sergisi çok keyifli ve  ironik.. Mutlaka görün! Sergi 13 marta kadar devam ediyor.

"(...) Türbülans sergisinde yer alan yedi sanatçının(Hale Tenger, Nermin Er, Serkan Özkaya, Erdag Aksel, İnci Eviner, Elvan Alpay, Erol Akyavaş, Mike Berg) yapıtları bir yandan, iki arada bir derede, sıkışmış, soluk almakta zorlanan yaşamımızın pamuk ipligine baglı hallerini dile getirmekte öte yandan da  yaşamın bizimle degil, bizim yaşamla baş edebilmemiz ve yaşamın dizginlerini iki elimizle tutabilmemiz için gerekli enstrümanları edinebilme yolunda bizi cesaretlendirmektedir.(...)"
Galeri nevin kendi sitesinden press  release 'in tamamına ulaşabilirsiniz.

Dağıtık İş / Distributed Work


3 Mart 2010 Çarşamba 18:30-20:30 
Garanti Galeri - Platform Garanti
İstiklal Caddesi 115, Beyoğlu İstanbul

Katılımcılar:
Karen Verschooren (Brüksel Z33 Sanat Merkezi)
Emel Kurma (Helsinki Yurttaşlar Derneği)
Hasan Yalçınkaya (Pilli Network eş-kurucusu)

'Dağıtık iş' üç farklı boyutta incelenebilir. Birincisi, kompozisyon olarak iş. Başkalarının farklı zamanlarda yapmış olduğu işlerin bir araya getirilmesiyle ürün oluşturma. İkincisi, uzaktan veya anlık beraber çalışma. Aynı kuruma dahil olmadan ya da aynı yerde bulunmadan beraber çalışarak bütünsel bir iş çıkarma. Üçüncüsü, ortaya çıkan ürünün bitmemiş hali, gelişime açık olabilmesi. Ürünün katılımcıların, kullanıcıların, ya da izleyicilerin katkısıyla dönüşmesi, gelişmesi. İletişim teknolojilerin yaygınlaşmasıyla daha da karmaşık haller alabilen bu yeni iş yapma biçimleri iş-hayat dengesini, zaman esnekliğini, yaratıcılığı, motivasyonu, kaliteyi, mobiliteyi nasıl etkiliyor?


15 Şubat 2010 Pazartesi

"Bugün Tarihi Öneme Sahip Bir Gün Olabilirdi"


Kendini bir 'sanatsever' olarak tanımlayan Serkan Özkaya'nın kopyalama teknigini kullanmaya başlaması aslında tam da bu tanım üzerine kuruludur. Başkası tarafından yazılmış bir sanat tarihinin yapıtlarına ancak röprodüksiyonları aracılıgıyla ulaşmak ve onları özümsemeye çalışmak hatta sevgi ve aşkla baglanmak Özkaya'yı onların asıllarını yapmaya iten temel güdüydü. Kendisi bunu şu şekilde çok güzel açıklar:" Çünkü onlardan ögrendik her şeyi, onlar olmaksızın yaşayamazdık."
Şimdi, genç sanatçı kimligini çoktan yırtıp atmış Serkan Özkaya yalnızca röprodüksiyonları kopyalamıyor. Kopya olgusunun kendisiyle de ilgileniyor. Daha önce ki yazımdan da belki hatırlayacagınız gibi gündelik bir nesne olan gazeteyi kopyalamıştı. Bu el yapımı gazetenin süreçlerini anlatan ve hakkında yayımlanmış bir dizi makaleyi içinde barındıran bir kitap hazırladı kendisi. Ancak, bu sıradan bir kitap olmaktan çok öte daha dogrusu tam anlamıyla bir 'sanatçı kitabı'. Kitap kapalı bir konserve kutusu içinde satılıyor, hemen akla daha almadan o amerikan pop kültürünü getiriyor. Yine aslında bu kopyalama olayları ile ilişki kuruyor belki de. İçini açtıgınızda da bir sürü ufak detay gözünüze çarpıyor ama söylemek niyetinde degilim keşfetmesi size!  Şu an Galeri Nev de ve Robinson'da bulabilirsiniz  

11 Şubat 2010 Perşembe

'Ekmek Nasıl Olur da Sanat Yapıtı Olur?'

Sanat galerisinde sergilenen ekmek nasıl olur da bir sanat yapıtı olur? 
Daniel Buren bu sorudan yola çıkarak müzelerin bir sanat yapıtı üzerindeki etkisini anlamaya çalışmaktadır." Bir dilim ekmegi bir müzeye koymak ya da orada sergilemek o müzenin işlevini degiştirmez ama müze, en azından sergi süresince, o bir dilim ekmegi bir sanat yapıtına dönüştürür. Hadi bir dilim ekmegi bir ekmek fırınında sergileyelim ve bakalım: O bir dilim ekmegi diger ekmeklerden ayırmak zor, hatta olanaksız olacaktır. Sonra da herhangi bir sanat yapıtını bir müzede sergileyelim: o yapıtı öteki yapıtlardan ayırmamız mümkün müdür gerçekten?"
Buren'in bu sözlerinden de anlaşıldıgı gibi, bir yapıtın anlamı ve degeri nesnenin kendisi kadar sergilendigi mekanla da ilişkilidir. Bu açıdan bakıldıgında 20.yy modern sanatın 'kabugu' olarak nitelendirilen 'beyaz küp' galerilerin, nesnelerin sanat statüsü kazanmasındaki rolü büyüktür. Duvarları beyaza boyanmış, penceresiz bu  izole mekanlara girildiginde, sanat yapıtları gözümüze sanki dinsel hakikatler gibi sunulmaktadır. Sanat sanki bir sonsuzluk içinde 'kendi dünyasındadır' ve izleyicinin rituel bir buluşma mekanını andırmaktadır.
1960'lı yılların sanat dönüşümünde ise, gerek happeningler gerek performans ve enstalasyon gibi yeni ifade biçimleri ile beyaz küpün hakimiyeti sarsılır ve onun arkasında dönen sisteme bir eleştiri oluşturur. Meta degeri taşıyan, tekil nesne, yerini izleyicinin fiziksel bir etkileşimde kurabildigi yapıtlara bırakır. Galeri kutsallıgından arınarak sanki bir 'atölye' 'mekan'ına döüşür. Hatta mekanın kendisi, yani baglamın kendisi içerik haline gelir. Bu postmodernizmin modernizmden en ayırt edici özelliklerinden biridir. 
Sanat sistemine karşı eleştiride bulunan sanatçıların bir kısmı, arazi sanatı olarak nitelendirilen bir kategoride bir çok yapıt üretmiştir. Ancak yine de sistemin bir parçası olmaktan kurtulamamıştır. Örnegin, Robert Smithson'ın, Sarmal Dalgakıranının tozlarını bir galeri sınırları içinde de sergilemesi gibi.


 Sonuç olarak ne beyaz küpten ne de bu sistemden kaçış yok. Ancak yine de, 1960'larda başlayan bu başkaldırı süreciyle günümüzde de alternatif sanat ortamları ve bienallerle bu sistem yalnızca parasal degerlere hizmet eden bir sistem olmaktan çıktı. Reesa Greenberg'e göre " Artık çagdaş sanat için yeglenen sergi salonları bir evden ya da apartmandan bozma galeriler degil, eski fabrika binaları ya da depolardır."

Yazımda çok yararlandıgım, Ahu Antmen'in sunuş yazısıyla daha anlaşılır olan 'Beyaz Küpün İçinde' kitabını daha fazla ilgilenenlere de oldukça tavsiye ederim.


8 Şubat 2010 Pazartesi

'Aşk Bize Güç Veren Tek Özgürlük Yitimidir'

                                                                                               Henri Cartier- Bresson

Yapı Kredi, sevgililer günü nedeniyle cogitonun Aşk sayısını indirime sokunca bana da erken bir 14 şubat yaşamak düştü bu akşam. Enis Batur'un 'Aşk Üzerine Marazi Bir Deneme Daha' yazısındaki  bazı tespitleri okuyunca dayanamadım yazının birkaç bölümünü paylaşmak istedim:

Bölüm III
İktidar ilişkisinin en fazla sivrildigi, yıpratıcı yanlarının en belirgin formları aldıgı anların başında gelir Aşk. Görünüşte, bir efendi/kul kutuplaşmasında yol alınmaktadır, oysa efendinin  her an kula, kulun her an efendiye dönüşebilecegi bir eksen üzerinde iniş çıkış egrisini çizer 'kahramanlar'. Partnerlerin rollerine aldanmamak gerekir: Hükümran nerede boyun eger, mazlum nerede dikilir kimse kestiremez. Uca çekilen, itilen, orada duran ve bekleyen öylesine güç kazanır ki, istediginde karşısındakini bükebilir, hatta eritebilir de. Büyük, zorlu aşk örneklerinin hepsinde rollerin bir evreden sonra ters döndügüne, ateşin yön degiştirerek yakanın yandıgı, yananın külünden yeniden dogdugu bir durum yaşandıgına tanık olunur. Karşılıklı aşk, her zaman karşılıklı, bulaşıcı, yayılmacı bir yangın demeye gelmiştir. Tek taraflı aşk, zaten aşk degildir: Öteki'yle tamamlanma arayışından öte, kendi kendini bulamama güzergahıdır: Bir som yanılgı, bir som yanılsama.


                                                                                                         Munch

Bölüm IX
Bir yandan da, kendisini kuşatan bütün engellerin içinden geçip sürekliligini, daha dogrusu sessiz sürekliligini kazanmanın yolunu arar Aşk.
....
Zorlu olan: Kişinin kendi içindeki aşkı yaşatmayı bilmesidir şüphesiz.
Daha da zorlu olanı: İki kişinin, karşılıklı, günden güne aynı Aşk'ı beslemeleri, Tutku'ya yaşama hakkı vermeleridir.
...
İnsan, tutkularına gösterdigi özen ve baglılık oranında kendı kendısını gerçekleştirme sınırına yaklaşanilir, onu geliştirebilir.