Performans sanatında, sanatçı hem özne hem de nesne olarak var olmakta, beden iki boyutlu resim yüzeyiyle sınırlı kalmamaktadır; sanatçı kendi bedenini bir malzeme olarak üç boyutlu temsil eder. Birçok sanatçının, bedeni sanatsal bir dil olarak kullanan farklı yaklaşımları vardır. Performanslar, izleyiciye bir gösteri izledigi izlenimini yaşatmaktan öte, kendi bedenlerinin sınırlarını zorladıkları bir deney mecrasını deneyimletmek ister.
Bedenlerini bir deneyim alanı olarak kullanan bu sanatçıları anlamanın en iyi yolu kendi ağızlarından deneyim süreçlerini anlatmalarıdır diye düşünüyorum. Ahu Antmen, 20.yy Batı Sanatında Akımlar isimli kitabında sanatçıların açıklamalarına da yer vermiş, böylece sanatçının düşünsel sürecini, çözmeye çalıştığı problemleri, bunlara nasıl yaklaştıgını görmemizi saglamıştır.
1946 doğumlu Amerikalı performans ve enstalasyon sanatçısı Chris Burden kendi bedensel dayanıklılığının sınırlarını ölçtügü birçok performans gerçekleştirmiştir. Kendini elektriğe maruz bırakmış, kendini dövdürtmüş ve vurdurmuştur. Antmen’in kitabından aldıgım sanatçının açıklamalarında Burden’ın kendini nasıl konumladığını, tanımladığını görebiliriz.
“Sanatım aracılığıyla gerçeğin ne olduğunu araştırıyorum. Sapkın durumlar kurgulayarak, daha yüksek bir gerçeklik duygusu içinde, farklı bir boyutta var olan bir sanat yapıyorum. Ben işte o anlar için yaşıyorum(...) İntihar etmeye çalıştığımı sanmıyorum. Yaptığım sanat sorgulamakla ilgili bir sanat ki sanat genel olarak sorgular.(...) Sanatın bir amacı yok. Toplum içinde, istedigin her şeyi yapabilecegin bir özgürlük alanı oluşturuyor o kadar. Performanslarım belli yanıtlar getirmiyor, yalnızca belli sorular soruyor, dolayısıyla ucu açık işler. Ama soru işaretleri uyandırıyor orası kesin.(...)
Burden’ın bu sözleri aslında postmodern sürece ve yapıtlarına ışık tutar niteliktedir. Birçok kez bir yapıtla karşı karşıya kaldığımda -hele ki bu yapıt alışılagelmiş şekilde duvara asılmış bir resim değilse- izleyici olarak bakmaktan öteye geçip asıl düşünceyi ‘görme’ye ve anlamaya çalışıyorum. Bana göre performans sanatı, anlamı okutmak için akla hizmet eden bir araç. Bu anlamda, beden ‘kendini gerçekleştiren bir metin’ olarak algılanabilir: Burden’ın da dediği gibi soru sormak için kullanılan bir yöntem. Tüm bu sorgulama süreci de, bir sanatçının, normal koşullarda karşılaştığımız ve kabullenemeyeceğimiz durumları gerçekleştirebilmesine olanak sağlar. ‘Sapkın durumlar’ bile sanat adı altında tartışılan konular olup, mübah kılınır.
Kilitli Dolapta Beş Gün, California Üniversitesi, 26-30 Nisan,1971: Beş numaralı kilitli dolapta beş gün kaldım, bu süre zarfında dolaptan hiç çıkmadım. Dolabın eni ve yüksekligi 60cm, derinligi 90cm’di. Dolaba girmeden birkaç gün önce yemek yemeyi kesmiştim. Hemen üzerimdeki dolapta 20 litrelik dolu bir su şişesi, hemen altımdaki dolapta da aynı büyüklükte boş bir şişe bulunuyordu. Aslında epey tuhaftı... Bütün ögrenciler beni savunuyor, Conlon ise beni alt etmeye çalışıyordu, onlar dışarda sanat mı degil mi tartışması yaparken ben içeride kilitliydim. Aslında hoş bir durumdu. Yani bütün sürecin olabildiğince hoş anları arasındaydı. Geceleri saat on buçukta kapılar kapanıyor, artık içeri kimse giremiyordu. En korkutucu anlar o zaman başlıyordu. Her an kapıyı tekmeleyerek açabilecegim gibi bir fantezi kuruyordum kafamda. Bazı geceler karım dolabın hemen önünde yatardı, cinnet geçirirsem yardım edebilsin diye.(...) Önemli olan, bu durumun tamamen kendi kurgum olduğunu unutmamaktı.(...) Bana dayatılan bir şey degil kendi kendime üstlendiğim bir görev gibiydi adeta.
Kilitli Dolapta Beş Gün performansı’nda Burden galeri mekanlarına sıkışmayarak alternatif alanlara yönelmiş ve kamusallık niteliği taşıyan bir mekanda bu performansı gerçekleştirmiştir. Dışarıda, performansa maruz kalan ‘izleyici’ler “bu sanat mı değil mi?” soruları ile bile sanki performansın bir parçası haline gelmişlerdir. Bu anlamda, bence, Burden performansları ile izleyici- sanatçı ilişkisini farklı boyuta taşımış, ‘ilişkisel estetik’ anlamında önemli adımlar atmıştır.
Cennete Geçit, 15 Kasım, 1973: Akşamüzeri saat altıda atölyemin kapısı önünde durup, birkaç izleyicinin önünde çıplak göğsüme ucu açık iki elektrik kablosu tuttum. Kablolar birbirine değip cızırdadı, sonra patlayarak göğsümü yaktı, ama tümüyle elektrik akımına kapılmaktan kurtuldum. Bu performanstaki tehlike boyutu uzun zamandır beni meşgul ediyor.”
İzleyici ile varlığını kurgulayan, izleyici katılımı ile işlevsel hale gelen bu performansın benim için en önemli noktası sanatçının atölyesi önünde gerçekleşiyor olması: sanatçının kendi mahrem alanını, üretim alanını aynı zamanda sergileme alanına dönüştürmesi, ziyaretçiyle paylaşmasıdır.
Burden, bu performansları sansasyonel olmak için, ilgi çekmek amacıyla yapmamış, aksine çok özel ortamlarda, başkalarının da yardımlarıyla kurgulamış ve gerçekleştirmiştir. Tehlike ve acı birer ‘katalizör’ işlevi görür ama esas mesele sanatçının bu durumlarla nasıl başa çıktığıdır.”Örnegin, saat yedi buçukta bir odaya gireceksin ve karşındaki adam seni vuracak: Bunu bilmenin insana yaşattığı zihinsel deneyimden söz ediyorum.”
Yetmişli yılların izleyicide belli bir bilinç uyandırmayı hedefleyen sanatına baktığımızda, Burden’ın işleri hem fiziksel hem de zihinsel meseleler üzerine kuruludur. Kendisi hem figür hem mekandır. Galeri mekanına ihtiyaç duymadan, sosyal alanlarda, izleyiciyle ilişki kurmayı hedefler. Özel olanı kamusal bir söyleme dönüştürür. Tehlike ve deneyimlediği korku ile kendi sınırlarını zorlarken aynı zamanda izleyicinin de sınırlarının nerede sona erdiğine yönelik arayışla gündeme gelir. Sistemin içindeyken dahi, sanatçıların, galerileri ve müzeleri yaşatması ve dönüştürmesi gerektiğini düşünen biri olarak Burden’ın işlerini, kendini sunduğu sistemi sorgulamış olmasından ötürü önemli buluyorum.
Yazı Boltart'da yayınlanmıştır: http://www.boltart.net/vur/