I thought i've seen everything from Kerem Ozan Bayraktar on Vimeo.
Ben Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi’nde üçüncü sınıf öğrencisi iken, lisans ve yüksek lisans dersleri bazen birlikte yapılırdı. Bu durum, besleyici olabildiği gibi, bazen iki tarafı da rahatsız edebiliyordu. Bir yanda, bazı kavramların peşinden gitmeye çalışan yeni yetme sanat öğrencileri, diğer yanda da az çok kafalarında bazı şeyleri oturtmuş, nispeten deneyimli genç sanatçılar…
Yüksek lisans öğrencileri ile çalışmanın bize kattıkları yadsınamaz. Ne okuyorlar? Neler yapıyorlar? Düşüncelerini nasıl imgelere dönüştürmüşler? Kerem Ozan Bayraktar’la arkadaşlığımız bütün bu soruları cevaplamaya çalışırken başladı. Her yeni üretim aşamasında, tıkandığımda, elime kalem kağıt alıp neyi ne için yaptığımı sorgulamamı tavsiye ederdi bana. Bu anlamda, benim ürettigim projelerdeki kimi kavramları farkına varmamda, belki bilinçsizce de olsa bir etkisi olmuştur.
İlerleyen günlerde görsel günlükte Kerem Ozan Bayraktar’ın işlerinden bahsetmek istediğimden, önce kendisiyle kısa bir röportaj yapmayı uygun buldum.-R.K.
RK: Önce çalışmalarından bahseder misin? Neleri mesele ediniyorsun? Pratiğini neler besliyor?
KB: İşlerimi üretirken sinemadan, mitolojiden, reklamlardan ya da sanattan göstergeler alıp, farklı araçlarla yeniden inşa ediyorum. Ana meselem içinde büyüdüğüm yabancı ortamı yeniden üretip, farklı görme biçimleriyle izleyiciye sunmak. Bunu yaparken genellikle yüceleştirme, arındırma ya da bağlamını kaydırma gibi yöntemlerden yararlanıyorum. Genellikle dijital imgeler, fotoğraf, resim, animasyon ve üç boyutlu hazır nesnelerin işlenmesine dayalı post-prodüksiyon araçlarını kullanıyorum .
Popüler kültürden beslendiğimi söyleyebilirim. Ticari pazarın, nesneleri, bedenleri ve mekanları nasıl yorumladığı ilgimi çekiyor. Aslında temelde sürekli yaptığım, içinde büyüdüğüm bu ortamı -ki bu ortam sentetik bir ortam olarak da tanımlanabilir- tekrar düşünmek, onu arındırmak, içine başka anlamlar sokarak muğlak hale getirmek. Örneğin iki haftadır bir kola kutusu ile mücadele ediyorum. Kola kutusu kullanıldığında oldukça klişe bir işe neden olabilecek, anlamı oldukça belirlenmiş bir nesne. Fakat benim öznel tarihimde, çocukluğumdan beri bir yeri var. Bu ürünün benim belleğimde nasıl yer almaya başladığını, benim için ne gibi anlamlar ifade ettiğini düşünüyorum. Amacım kutuyu bir şekilde suistimal etmek, onu başkalaştırmak. Ben genelde burada sorun yaşıyorum. Temsil gücü çok yüksek bir nesneyi bozarken yeni bir denge kurmak çok zor.
RK: Popüler kültüre ait olan nesnelerin gerçekliğini yadsıyan bir tavrın var. Kola kutusunu kendi anlamından koparıp senin kendine ait gerçekliğinle iç içe geçiriyorsun. Bir anlamda kola kutusunu yeniden keşfediyorsun. Peki tüketim kültüründen beslenen biri olarak ürettiklerinin kiçle olan ilişkisi nedir?
KB: Benim bütün işlerimin biraz kiç olduğunu düşünüyorum. Belki de klişe daha doğru bir kelime. Örneğin hastane serisi, Silent Hilloyunlarından ya da Japon korku filmlerinden çıkmış gibi. Öte yandan, yoğun olarak kullandığım su, Hollywood’a özgü bir sel felaketinin göstergesi olurken aynı anda arınmanın, silinmenin veya doğal bir yok oluşun göstergesi de oluyor.
Dijital teknolojileri, tipografiyi, makyajı ve maketleri kullanmamın en önemli nedeni ticari imge üretim araçlarını ve yazılımlarını reddetmekten çok aynı araçları farklı çıkarlar için kullanmak istemem. Ticari imge üretim dilinden kastettiğim şey ise,temsil ettiği şey olduğunu iddia eden fakat aslında o olmayan, sentetik bir gerçekliğe dayanan, rönesans resmi ile başlamış ve bugün tüm gösterge sanayisini elinde tutan dil.
Amacım popüler kültür tarafından imge ve anlam arasında kurulmuş doğrudanlığı kırmak ve imgeyi anlamdan bağımsız olarak her yöne hareket eden bir alana çekmek. Çalışmalardaki bu anlam ikilemlerini keskin bir karşıtlık üzerinden değil, muğlak sınırlar üzerine kurulu bir ilişki üzerinden üretmeyi amaçlıyorum.
RK: Kullandığın mecranın yapıtla ilişkisi nedir? Resim, video ve fotoğrafı kullanıyorsun, bu araçların birbiriyle olan akrabalığını nasıl tanımlıyorsun?
KB: Genelde fotoğraf, video ve resim gibi geleneksel mecralarla çalışıyorum ama gerek fotoğrafta gerek videoda resimsel bir dil benimsediğimi söyleyebilirim. Çalışmaya başlarken malzemeyi çoktan kafamda belirlemiş oluyorum. Fikir kafamda, malzemesiyle birlikte beliriyor. Aslında fotoğraf çektiğim söylenemez. Fotoğraf makinesini kullanmayı bile doğru dürüst bilmiyorum. Aynı şekilde kamera ve fırça kullanmayı da çok iyi bilmiyorum. Zaten ortaya çıkan işler genelde büyük ölçüde arada kalmış işler. Fotoğrafların çoğuna müdahale ediyorum, bu yüzden resime daha yakınlar. Videolarımda daha çok küçük animasyonlar ve yine resim diliyle inşa edilmiş hareketli imgeler var. Plastik bir meyveyi yağlı boya ile boyayıp fotoğrafını çekmem ya da video üretiminde gerçek oyuncularla üç boyutlu modelleri bir arada kullanmam bu ‘arada’lığın birkaç örneği. Bunun temel nedeni malzemenin tek bir gerçeklik dizgesinden okunmasını engellemek ve yeni anlam alanları açmak.
Malzeme ile doğrudan kurduğum ilişki yine aslında en başta söz ettiğim donukluk ilişkisi üzerine kurulu. Çünkü tüm bu mecralar bittikten sonra geçmişe ait izlere dönüşüyorlar. Şimdi deneyimlerken bile geçmişte bir alana sıkıştırılmış imgelere bakıyoruz. Örneğin şu anda interaktif sanat üzerine dersler alıyorum ve çoğu zaman iş üretirken tıkanıyorum. Sanırım ‘şimdi’ ile ilgili bir sorunum var. İzleyicinin işe katkısı, işin bir temsilden öte bir sistem olması ve hayatın içinde çalışır hale gelmesi kulağa hoş geliyor. Ama tüm dünyanın bu yönde ilerlemesi bende bir tepki tetikliyor. Sanırım işle izleyici arasındaki mesafenin varlığını koruması benim için önemli. Bu yüzden interaktif mecralar ile çalışırken dahi bir şekilde iletişimin tıkandığı, sorunlu gözüktüğü bir şeyler yapmaya çalışıyorum.
RK: Sanal ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsun?
KB: Sanal ve gerçeklik arasında bir karşıtlık ilişkisi görmüyorum. Sanalı, gerçekliğin bir parçası olarak görüyorum. Örneğin internet, hayatın bir parçası sadece, onun bire bir bir temsili ya da onun yerine geçmeye çalışan bir şey değil. Tabii gerçeklik derken, aslında herkesin kafasında farklı bir anlamı olan, sürekli değişen bir şeyden söz ediyoruz. Bu kadar öznel olan bir şeyin tek bir şeymiş gibi görülmesi beni rahatsız ediyor. Benim işlerimde de belirli bir gerçeklik anlayışından öte aslında gerçeklik diye bir şeyin olmadığı anlayışı var. Ama bu herşeyin sanal olduğu anlamına gelmiyor kesinlikle. Sadece öyle bir şey yok ve inanmamıza gerek de yok. Örneğin bir oyuncak fotoğrafı ile bir bilgisayar imgesini yana yana sergilediğimde orijinallik fikri tamamen ortadan kalkıyor. Ya da sanal mı sorusu da ortadan kalkıyor çünkü bunu görerek anlamak imkansız. İmge bir malzemeden diğerine geçiyor sürekli. Sorun, Berger’in dediği gibi “görünürlük denen muamma” aslında.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder