13 Ekim 2009 Salı

Er Meydani


Aysegul Sonmez'in Radikal' de yayinlanan, Murat Tosyali ile Er Meydani sergisi hakkindaki soylesisi:

Yılmaz Güney, rütbeli bir asker erkek, Gaultier’in parfüm reklamına gönderme yapan anti-model şişman erkek ve şimdi de pehlivanlar, er meydanında güreşen erkekler. Erkekliğin farklı biçim araştırması mı yaptığın? Yoksa Yılmaz Güney’le başlayan serüven kendi kendine mi gelişiyor? 
Aslında haklısın, bu kendi kendine gelişen bir araştırma. Erkekliğin farklı biçimleri konusunda düşünüyorum pek tabii... Ancak bu bilinçli verilmiş ve uygulanan bir karar değil. Her bir çalışma bir diğerine bağlanıyor ve ötekini çağırıyor. Konunun içine girdikçe daha önce fark etmediğim ayrıntıları yakalıyor gibi hissediyorum. Ve bu ayrıntılar beni bir başka konuya taşıyor. Gündelik yaşamın sıradanlığı içinde şekillenen bedenlerin taşımayı sürdürdüğü küçük farklılıklarla ilgileniyorum. Beden, hiç farkında olmadan içinde bulunduğu çevrenin bir yansıması, taşıyıcısı haline geliyor. Moda endüstrisini düşün mesela; Gaultier’in, D&G’nın reklamlarındaki genç, zayıf ama kaslı, parlak çocukları. Bunlar bir endüstrinin ürünleri. Ruhları yok, bedenden ibaretler. Ya da askerler... Onlar da bir görevi yapmak üzere programlanmışlar. Hiç kimse bir askerin ne hissettiği, sevgilisini özlediği, o gün içtimaya katılmak yerine Nietzsche okumak istediği ile ilgilenmez.
Hem kadınlar hem de erkekler için yerine getirilmesi gereken işlevden ibaret olan hayatlar var. Aslında feminist hareketin yıllardır kadınlar için verdiği mücadelenin bir benzeri hayatın içinde para kazanmak, vatanı korumak, yarış kazanmaya indirgenen erkekler için de verilmesi gerekiyor. Makineleşmiş hayat, kadınlara farklı erkeklere farklı yerlerden vuruyor. Benim bilinçli olarak yaptığım, sadece bu farkındalığı üretmekte ısrar etmektir. 

Zeki Müren’i saymayı unuttum... Morrissey konsere geldiğinde ilk sözü Zeki Müren’di. 
Evet hatırlıyorum. Çok normal ondan bahsediyor olması. Zeki Müren, Türkiye’de bugüne kadar benzeri gelmemiş bir figür. Bir başrol oyuncusu. Meydan okuyan, tabu yıkıcı isyankar biri. Ama tüm bu toplum-ahlak-aile reddine rağmen herkese de kendini sevdirmeyi bilmiş. Bunda tabii ki sesinin, yorumunun, müzik bilgisinin büyük etkisi var ama bir biçimde Türkiye’nin ikiyüzlü kişiliğinin de etkisi var. Ahmet Yıldız’ı öldüren memleket, Zeki Müren şarkılarında iç geçirir, hayallere dalar. 

Gazeteci ve yazar Ahmet Tulgar geçtiğimiz günlerde Ayşe Arman’a verdiği söyleşinde dedi ki, “Nihayetinde her erkek, erkek vücuduna hayrandır. Çünkü erkeğe güç peşinde olmak öğretilmiş.” Katılıyor musun?
Evet. Haklı bence. Erkeğin diğer erkeğin vücuduna hayran olduğuna katılıyorum. Güreşçiler de son derece iyi bir örnek buna. İyi bir pehlivana bütün erkekler hayrandır. İyi bir futbolcuya ya da kuvvetli herhangi bir diğerine olduğu gibi. 

Serginin bülteninde ‘Pehlivan tabloları, sanatçının bir bedene indirgenen ve güç odağı olmak dışındaki işlevlerini yitiren erkekliğe yaptığı bir eleştiridir’ deniyor. Güreşmek senin için bu anlamı mı taşıyor sadece? 
Resimlerimi böyle bir hedefle yapmasam da bu cümleye katılıyorum. Güreş, erkekliği, ataerkil yapıyı, güç ve iktidarı sembolize ediyor gibi gelmiştir hep. Her spor türünün bir çıkış noktası vardır ve genelde mücadele etmek ve kazanmaya odaklanmıştır. Bir biçimde güreş, erkini kanıtlama savaşına dönüştüğünde bedene indirgenmiş oluyor. 

Resimlerinin karşısına geçtiğimde pehlivanları, sadece bedene dönüşmüş işlevlerini yitiren erkekler olarak görmüyorum. Bilakis senin pehlivanların güzeller, arzuya dair sözleri var, seyirlikler... Erkeklerin toplumsal cinsiyet inşasından ne kadar muzdarip olduklarını anlatan resimler değiller...
Bu senin bakış açın. Bu resimler, arzuya, güzelliğe ama onun yanında çirkinliğe, kaba sabalığa ait de görünebilirler. Tamamen izleyicinin insiyatifinde bu değerlendirme. Benim meselem güzellikle ya da çirkinlikle ilgili değil. Ben daha ziyade mücadelenin, üstün gelme-yenik düşmenin, paylaşmanın ve mücadelenin içinde şekillenmenin resmini yapmakla ilgileniyorum.  

Bu kez fotoğraf değil, tuvalde derdini anlatıyorsun. Resimden beklentin nedir? 
Zaten pentürle başlamıştım, oradan baskı tuvallere geçtim, fotoğrafı denedim ve şimdi gene pentürdeyim. Yani aslında malzemeden uzaklaşıp yakınlaşıyorum. Aynı malzemeyle başka neler yapabileceğime bakıyorum. Bir beklentim yok, sadece deniyorum. 

Kırkpınar güreşleri hayli oryantalize edilmiş bir konudur. Bütün Fransız fotoğrafçılar her sene oraya taşınır. Sen konuyu pentür pratiğine taşıyorsun. Bu anlamda konunun aracı-mediumu nasıl etkilediğini düşünüyorsun? Er meydanı tuval olduğunda ne oluyor dersin? 
Bu konu çok tüketildi aslında ama pentür biraz daha sakinleştirici bir etkiye sahip sanki. Ben Batılı bir bakışla ‘Güreş doğu sporudur’ demiyorum. Güreşteki erk mücadelesiyle ilgileniyorum. Erk savaşımı, ne Doğu’ya ne de Batı’ya ait. Bu insanlığa ait kültürel bir gösterge. Göstergeleri okumaya meraklılar, tuvallerde daha dingin bir değerlendirme yapmak için alan bulacaklar. Çünkü ben o alanı tuvallerde buldum. Fotoğraf çok daha kısa süreli, daha anlık bir şey. Pentür ise, benim için daha yavaş işleyen, daha emek yoğun, zamana yayılan bir çalışma.

Yeni bir galeriyle çalışıyorsun. Genç bir sanatçı olarak galerinden en büyük isteğin nedir? 
44a, İstanbul’da yeni açılan galerilerden biri. Sonuçta her galeriyle çalışan sanatçı gibi, akışın ve sanat içindeki yönelimlerin farkında olarak bizi doğru değerlendirmesini ve yönlendirmesini bekliyorum. Ulusal düzlemde olduğu gibi uluslararası düzlemde de bizi temsil etmesi ve yeni bağlantılar kurarak, doğru adımlar atmamızı sağlaması sanırım bir galeriden beklenebilecek en gerekli şey.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder